Zamanın sıfır olduğu noktadan başlayarak Büyük Patlama Evreninin bugüne evrimini ele almadan önce başlıktaki anlamda evreni ele alarak bir başlangıç yapmak isabetli olur.
Büyük Patlama ile insanın ne alakası var denilebilir. Ancak evrendeki her şey, canlı cansız, başlangıçtaki temel yapı taşlarından oluşmuştur. İnsan da dahil. Evrenin başka köşelerinde ne varsa, insan yapısında da o vardır. İnsanın sahip olduğu maddi varlık, akıl ve bilinç gibi maddi olmayan varlığı da, kozmik tozun uygun; uygun olduğu kadar da, karmaşık bir sentezinin sonucudur.
Bize benzeyen başka canlılar evrenin; daha da yakın olarak Gök Adamızın başka köşelerinde var mıdır? Yukarda verilen bilgi ışığında, sorunun cevabı kolayca evet olur. Ancak aynı koşulların başka yerlerde de oluşup oluşmadığını henüz bilemiyoruz. Bilebilmemiz için diğer yıldız sistemlerine gidebilmemiz gerekir. Bize en yakın yıldız olan alfa- Centauri’ye saatte 61000 km hızla giden Gezgin (Voyager) uydusu ile gitmek için 75000 yıl gerekmektedir. İş zordur, ama insan doğanın bir parçası olduğuna göre bu zorlukları da yenebilir.
Evrenin oluşumunu ve bugünkü yapısını en iyi açıkladığı düşünülen kuram, Büyük Patlama nispeten yeni bir fikirdir. Yeni demekle 100 yıl gibi bir zaman kastedilmektedir. Buna göre evren, hiçbir şey yokken, bunun ne anlamda “hiçbir şey” olduğu daha sonraki yazılarımızda anlatılacaktır, büyük bir patlamayla yaratıldı. Maddi evren oluştu. Büyük Patlama kuramından önceki dönemlerde, evrenin her zaman var olduğu fikri hakimdi (Steady State Universe-Ortalama yoğunluüun sabit kaldığı evren). Ancak yeni keşiflerle Büyük Patlama öne çıktı.
Dünyada çevremiz, eşyalar ve insanlar değişiyor, fakat değişmeyen gökyüzü. Bu anlayış MÖ Aristo’ya kadar gider. Bilindiği gibi Aristo’nun düşünceleri insanlığı 2000 yıl boyunca etkisi altında tutmuştur. Aristo’dan 2000 yıl sonra Avrupa’da (1600’lü yıllarda) aydınlanma dönemine gelinmiştir. Kopernik ve onu takibeden bir çok astronomi bilgini şöyle düşündü: Yıldızlar enerji yayıyor ve yayılan enerji, uzayda, ortamda kalıyor. Enerjiyi yutan büyük bir kara delik yoksa ve yıldızlar hep orada idi ise yıldızlar sonsuz miktarda ışık yaymalıydılar. Öyleyse her yer, gece-gündüz aydınlık olurdu. Ama gerçek öyle değil, gece karanlık. Bu bir çelişkidir, paradokstur.
Milyarlarca ışık yayan yıldız olduğu halde gece neden karanlık? Bu basit soru çağlar boyu hep sorulmuş ve sorunun cevabında kozmik bir gizin saklı olduğu hep düşünülmüştür. Soruya cevabı ilk önce bilim insanları değil bir şair vermiştir. Şair Edgar Alan Poe şöyle diyor:
Gece aydınlık değilse
Demek ki yıldızlar hep yoktu
Şairin bu sezgisi bilim insanlarından yaygın bir destek gördü. Gecenin karanlık olmasından, evrenin hep var olmadığı sonucunu çıkarmak çok önemliydi. Kozmolojik bir buluşa işaret ediyordu. Nitekim, 20 yy da yapılan iki gözlem evrenin hep var olmadığını söylüyordu.
Keşiflerden ilki, 1929 yılında Edwin Hubble’ın evrenin genişlemesini bulmasıydı. Evrenin her noktası bizden hızla uzaklaşıyordu. Yıldız veya herhangibir gök cismi bizden ne kadar uzakta ise o denli büyük bir hızla uzaklaşmaktaydı. Hangi yöne bakarsak bakalım aynı şeyi gözlüyorduk. Böylece ilk kez evrenin değiştiği konusunda bir kanıt bulunuyordu. Büyük keşif buydu.
Bu keşif sonrası yeni fikirler ortaya atılmaya başlandı. Evren genişliyorsa soğuyor demekti. Öyleyse, evren önceleri veya başlangıçta çok sıcak olmalıydı. Bu düşünce astronomları “Büyük Patlama” kuramına götürdü. Eskiden evren daha parlak veya aydınlıktı. Gece daha aydınlıktı. Çünkü evren daha sıcaktı ve daha fazla enerji yayıyordu.
Başlangıçta Büyük Patlama fikri pek rağbet görmese de Gamow, 1940 lı yılların sonunda evrenin çok sıcak olduğu dönemlerde (yaklaşık 3000 derece iken) yaydığı bir ışınımın bugün gözlenebileceğini öngördü. Bu öngörüsünün, 1965 yılında yapılan başka bir gözlem veya deney esnasında tesadüfen gerçek olduğu anlaşıldı ve Büyük Patlamaya ilişkin ikinci büyük keşif yapılmış oldu. Artık herkes emindi. Evren, zamanın sıfır olduğu noktada büyük bir patlama ile oluşmuş; uzay ve zaman yaratılmıştır. Genişledikçe soğumuş ve soğumaya devam etmektedir. Böylece evren eskiden daha sıcak, daha yoğun, daha parlak ve kaotikti.
Başlangıçta atomlar, elementler ve canlı gibi karmaşık yapılar yoktu. Her şey çok basit haldeydi. Sadece birincil parçacıkların yer aldığı, çorbaya benzer homojen bir yapı vardı. Zaman içinde düzene girdi, örgütlendi ve karmaşık durumunu geliştirdi. O günlerden bugüne gelindi. Daha sonraki yazılarıızda anlatacağımız gibi yıldızlar oluştu, yıldızların içinde oluşan kimyasal elementler yıldızın patlamasıyla; uzay bunlarla doldu taştı. Yıldız tozları ortalığa yayıldı. Güneş sisteminin de bunlardan oluştuğunu biliyoruz.
Sonuç olarak insanlar dahil tüm canlılar “yıldız tozu” veya “kozmik toz” dan, atomlardan oluştu; maddenin temel taşları kuarklar, elektronlar, protonlar ve nötronlardan. İnsanın oluşması için yaklaşık 1029 parçacığa gereksinme vardır. Başlangıçta, zaman sıfır iken, ayrı ayrı parçacıklar vardı, şimdi de var, ancak organize olarak vücudumuzda bulunuyorlar. Evrendeki canlı, cansız her şey bunlarla başladı. İşte bu fiziksel varlıklardan, insan vücudunda madden ve ruhen var olan bir oluşum ortaya çıktı. Fikret Kızılok’un Gönül şarkısında, “gönül” imgesinin insanın manevi yönünü işaret ettiğini kabul edersek maddi ve manevi birliktelik sağlanmış olur.
..
Sen istedin, ben dinledim
"Senden ayrı olmaz" dedim
En sonunda ben de sevdim
Şimdi beni kurtar gönül
..
Manevi varlığı ispatlamak için ölçümünü yapanlar bile olmuştur. Gazeteci Ertuğrul Özkök “Ruhun Ağırlığı Kaç Gramdır” başlıklı makalesinde (25 Ocak 2004) ABD’de bir doktorun bunu 25 gr olarak ölçtüğünü yazmıştır.
Bildiğimiz kadarıyla, sıvı halde su sadece dünya gezegeninde vardır. Bilim insanları canlı yaşamın su ortamında başladığını düşünmektedir. İnsan vücudunun yaklaşık % 75’i sudan ibarettir; aynı koşullar uzayın başka bir yerinde de var ise benzer canlı türleri orada da olacaktır. Buradan çıkarılacak somuç; evrende tek başına olmayabileceğimizdir.
Sonuç olarak kozmik tozdan oluşan insan, evreni ve kendisini yaratan fiziksel, kimyasal ve biyolojik olayları anlamaya çalışırken bilimsel yöntem ve değerlendirmelerden uzaklaşmamalıdır.