Kara Trenler, artık uzun havalarda, bozlaklarda ve anılarda kaldı!
Kara ve Hava yolculuğunun rahatlığı, yaygınlığı vs. nedenlerle, yolculuklarımı herkes gibi bende bu araçlarla yapar oldum. Yükseklik korkusu yaşadığımdan dolayı, hava yolculuğunu mecbur kalmadıkça asla tercih etmem. Daha uçağa binmeden günlerce stresini yaşarım. Hem havayolu, hem karayolu yolculuğundan, tren yolculuğu güvenli gelir bana.
Uzun senelerdir trenle seyahat etmeyi neredeyse unutmuştum. Bir süre önce, Ankara/İzmir arası tren yolculuğu sırasında, Ankara-İstanbul arası yaşadığım yolculukları anımsadım.
Tren, gök gürültüsünü andıran, homurtusuyla Ankara ve İstanbul arası sefere akşam Saat 5.30 sularında, bacasından dumanlar savurarak, kocaman blok mermer kaplı Ankara garından tam vaktinde kalkardı. Ardında el sallayan hüzünlü uğurlayıcıları bırakarak ağır ağır yola koyulurdu.
Önce Gazi istasyonunu ve Atatürk Orman Çiftliği'ni yavaş geçer, sonra Sincan'a kadar hızlanırdı. Sincan’da biraz durur yolcularını alır, yüksek temposuyla sanıyorum bir saati biraz aşkın bir sürede Polatlı’ya varırdı.
Günbatımına doğru Anadolu Bozkırında ortalık yavaş yavaş ıssızlaşıp, hava kararmaya başlayınca perdeleri kapatmak zorunlu hale gelirdi. Yataklı kompartımanın küçük ve izole yalnızlığında kendimle başbaşa kalır, kompartımanda bulunan gazeteleri, dergileri okumaya başlardım.
Bazı geceler uyku tutmazdı. Kompartımandan çıkar, bir sigara yakar gecenin karanlığında Anadolu’nun yalnızlığını seyre dalardım dakikalarca. Geri döner ayna da yüzüme bakardım bazı geceler. Cılız, sarı ışıklı lambanın, soluk aydınlığında.
Yüzüm incelmiş, gözlerimin altı hafif kararmış, göz çukurlarımın derinleştiğini hissederdim. Hareketsiz bakardım aynaya. Sanki bulanırdı görüntü. ''Zaman, zamansızdır'' diyorum şimdi o geceleri düşününce. Zamanın olmadığını kanıtlardı yolculuk geceleri; yaş alma içgüdüsüne kapılırdım. Çok vagonlu katar, zifiri karanlık gecenin içine gömüldüğünde uyurdum.
Uyanıp pencereyi açtığımda buz gibi ayaz, kompartımanı doldururdu. Yatağı Kanepeye dönüştürüp dışarı bakardım, İstanbul’un solgun sabahına. Küçücük çocuklar olurdu her daim istasyonlarda. Bir koşturmaca demeyin gitsin. Boyunları pembe atkılı, mavi paltolu kızlar, siyahı solmuş giysileri, yakası bağrı açık, yaramaz küçük seyyar satıcı çocuklar, iğne atsan yere düşmez, mahşeri bir kalabalık. Koşturur dururlar sağa sola.
Kış ayları bir acıma duygusu yükselirdi içimden sabahın köründe, zemherinin şiddetli soğuğunda. Okul yoluna düşmeye mecbur edilmiş çocuklara iç geçirirdim.
Tren hızla ve sabırsızca ilerlerdi bir an evvel hedefine varmak için. Duraklarda birkaç dakika durur beni ve diğer birkaç uyku sersemi yolcusunu indirmek için. Çılgın bir tempoyla ilerlerdi.
Rayların üstünde adeta yağ gibi kayardı, ya da ben öyle hissederdim. Gece kaybettiği tempoyu doruğa ulaştırırdı, sabah saatlerinde. Saat sekizi vurduğunda bütün ihtişamıyla girerdi deniz manzaralı, yılların yorduğu Haydarpaşa garına.
İşim sebebiyle İstanbul’a birçok kez tren yolculuğu yaptım. Her gittiğimde, yeni yerler görür, yeni insanlar tanır, güzel anılar biriktirdim. Bir iki gün kalır Ankara’ya dönerdim. Arkadaşlarla buluşur, İstanbul’un ve zamanın tadını çıkarmaya çalışırdık. İstanbul’u çok bilmem ama herkese, her keseye uygun yer vardır derler. “En azından İstanbul’da yaşayanlar öyle söylerler”.
Beyoğlu civarında buluşur, bir iki kadeh parlatıp, hoş sohbetler yapardık. Muhabbet tam kıvamına geldiği anda istemeyerek olsa kalkma vakti gelirdi. Dostlarla vedalaşırdım. İstikamet doğru Haydarpaşa garı..
İstanbul'dan Ankara’ya beş kala;
Yine o hüzünlü düdük sonrası, kara trene biner İstanbul’da geçirdiğim bir iki günün tatlı yorgunluğu sonrası uyurdum. Uyurdum ki; sabahı sisli, puslu, bazen karlı, bazen de masmavi gökyüzünün altında Ankara’ya uyanmak adına.
Şimdi diyorum ki; ne güzel zamanlarmış?
Trene binmeyeli meğerse yıllar olmuş.
Zamanın içinde kaybolup gidiyoruz vesselam.